34,2648$% 0.13
37,1371€% 0.31
44,5334£% 0.16
3.014,31%0,75
5.087,00%0,51
2292394฿%-2.24307
شهدت صناعة الكازينو على الإنترنت في العالم العربي تطوراً ملحوظاً في السنوات الأخيرة. مع التقدم التكنولوجي، أصبح الوصول إلى الألعاب أسهل وأكثر أمانًا. على سبيل المثال، موقع YYY Casino يقدم تجربة لعب استثنائية مع تأمين عالي المستوى لبيانات المستخدمين.
تنوعت الألعاب المتاحة في الكازينوهات العربية بشكل كبير. الألعاب الكلاسيكية مثل البوكر والبلاك جاك لا تزال تحظى بشعبية كبيرة، بالإضافة إلى ألعاب السلوتس والروليت التي تجذب عدداً كبيراً من اللاعبين.
توسعت خيارات الدفع في الكازينوهات العربية لتشمل طرقاً متنوعة مثل البطاقات الائتمانية، المحافظ الإلكترونية، وحتى العملات الرقمية. هذه التنوعات توفر راحة وأماناً أكبر للمستخدمين.
تعتبر التراخيص والتنظيمات القانونية للكازينوهات على الإنترنت عاملاً مهماً لضمان اللعب النزيه وحماية اللاعبين. الكازينوهات العربية تتبع معايير عالمية في هذا المجال.
يتوقع أن يستمر نمو صناعة الكازينوهات العربية على الإنترنت بفضل التطور التكنولوجي وزيادة الوعي بأهمية اللعب المسؤول. هذا النمو يفتح آفاقاً جديدة للترفيه والأعمال.
Glory Casino'da kazanmanın ilk adımı, doğru oyunu seçmektir. Oyun çeşitliliği, her oyuncunun tarzına uygun seçenekler sunar. Slot oyunları, masa oyunları veya canlı casino seçenekleri arasından seçim yaparak Glory casino indir ve kazanma şansını artır. Oyunların kurallarını ve ödeme tablolarını incelemek, başarılı bir başlangıç için kritik öneme sahiptir.
Başarılı bir Glory Casino oyuncusu olmak için stratejik planlama şarttır. Her oyunun kendine has stratejileri vardır. Örneğin, blackjack oynarken kart sayma veya rulette çeşitli bahis sistemlerini kullanmak kazanma şansını artırabilir. Her oyun için farklı stratejiler geliştirerek, kazanma olasılığınızı maksimize edin.
Kumar oyunlarında bütçe yönetimi, kazanç elde etmenin anahtarlarından biridir. Ne kadar bahis yapacağınıza karar verirken, toplam bütçenizin küçük bir yüzdesini kullanmayı düşünün. Bu, uzun vadede oyun keyfini sürdürmenize ve büyük kayıplardan kaçınmanıza yardımcı olur. Akıllı bahisler, uzun süreli kazanç için temel bir stratejidir.
Glory Casino'da, gerçek para ile oynamadan önce ücretsiz oyunlarla pratik yapma şansınız var. Bu oyunlar, risk almadan farklı stratejileri test etmenize olanak tanır. Deneyim kazanmak, gerçek para oyunlarında daha bilinçli kararlar almanıza yardımcı olur. Pratik yaparak, kazanma şansınızı artırın.
Kumar oyunlarında başarılı olmanın psikolojik yönü de önemlidir. Sakin ve kontrollü bir şekilde oynamak, karar verme yeteneğinizi korumanıza yardımcı olur. Heyecana kapılmamak ve her oyunu ayrı bir fırsat olarak değerlendirmek, kazanma şansınızı artıran önemli faktörlerdendir. Glory Casino'da sakin kalarak ve her hamlenizi düşünerek oynayın.
08 Mayıs 2024 Çarşamba
“Alzheimer hastalığı toplumsal bir sorun”
AK Parti yol haritasını belirlemeli!
2023,Bursaspor için kapkara geçti!
"İş iştir, iş takip ister!"
Göçmen, mülteci, sığınmacı sorunu ve ülkemizin sorunları
En büyük ilçenin kurtuluş reçetesini elinde tutuyor…
Ülkemizin kültüründe “dünyada kabul gören literatür” pek dikkate alınmaz. Hele bazı kavramlar konusunda her kesim kendine uygun bir tanımlama yapmaktan hiç kaçınmaz.
Aşağı yukarı 8-10 yıldır gündemimizi meşgul eden, başlıktaki kavramları açmak istiyorum.
Mülteci; belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm gören veya göreceği korkusu ve endişesi taşıyan, bu sebeple ülkesinden ayrılan/ayrılmak zorunda bırakılan ve bu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen, iltica ettiği ülke tarafından endişeleri haklı bulunan kişilere mülteci denir.
Göçmen (muhacir) ise; bir ülkeden başka bir ülkeye yerleşmek amacıyla göç eden kişidir. Hukuki olarak göçmen veya göçmenler, en az iki ülkeyi ilgilendirmektedir. Biri bırakılan ülkedir, öteki yerleşilen ülkedir. Bırakılan ülke için dış göç (emigration), yerleşilen ülke içinse iç göç (immigration) olayıdır. İçe göçene immigrant, dışa göçene emigrant denir.
Sığınmacı; ülkesinden ayrılmış olan ve savaş gibi, zulüm gibi insan hakları ihlallerinden korunmak için başka bir ülkeye sığınan, ancak hukuki anlamda henüz mülteci olarak kabul edilmeyen kişi ve guruplardır.
Bu guruplar aynı zamanda, şartlar düzeldiğinde tekrar ülkesine geri dönecek olan kişi ve topluluklardır.
Bu kavramlara Türkiye açısından örnekleme yapacak olursak, Türkiye’de mülteci çok azdır.
Türkiye’de esas olarak, GÖÇMEN ve GEÇİCİ SIĞINMACI bulunmaktadır.
Bu kavramları açarsak;
GÖÇMENLER; ağırlıklı olarak, Osmanlı ve ‘Cumhuriyet Türkiyesi’nde bir yanı Balkan coğrafyasından, diğer yanı Kafkas coğrafyasından, yaşadıkları ilgili topraklar kaybedilince oradan gelen Türk-Müslüman topluluklardır.
Ağırlıklı olarak, Makedonya, Kosova, Bosna, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Gürcistan-Batum-, Abhazya bölgelerinden gelen Türk-Müslüman veya Türk topluluklarıyla yaşayan çeşitli Müslüman etnisitelerden gelen vatandaşlarımızdır.
SIĞINMACI ise; son yıllarda ağırlıklı olarak Suriye, Afganistan ülkelerinden gelen Arap, Afgan topluluklardır. Bunlar ülkelerinde olan savaş nedeniyle Türkiye’ye sığınmışlardır.
Bu kavramlar çoğu zaman bilerek ya da cehaletten dolayı karıştırılmakta ya da çarpıtılmaktadır.
Türkiye’de bulunan sığınmacılar konusunda, emperyalist projeler ve ümmet esaslı yaklaşımlar hariç olmak üzere, esas olarak toplum çoğunluğu aynı düşüncededir. Bu da entegre olmuş az bir kesim hariç, büyük çoğunluğun şartlar oluştuktan sonra geri gönderme üzerine kuruludur.
Ancak, bir yanı iktidarda temsil edilen ve gücünü oradan alan ve geçici sığınmacıları göndermek istemeyen, ağırlıklı olarak ümmet düşüncesini savunan kesimler, Cumhuriyetin kuruluş yıllarına ve mübadelelere atıf yaparak, Makedonya ve Batı Trakya’dan gelen göçmenleri örnek göstererek, Suriye ve Afganistan’dan gelenlerle kıyaslamaktadırlar.
Ümmet kavramı nedeniyle bu yapılar eşleştirilmektedir.
Oysa arada hiçbir benzerlik bulunmamaktadır.
Benzerlik olabilmesi için, örneğin Hatay-Antep-Kilis gibi illerde bir savaş olup, buraların Suriye tarafından işgal edilmesi üzerine, bu illerdeki vatandaşların Bursa’ya, İstanbul’a gelmesidir muhacirlik yani göçmenlik. Daha çok Osmanlı gibi, Çarlık Rusyası gibi değişik milliyetlerin yaşadığı feodal imparatorluk devletlerinde, çeşitli parçaların kopup kendi ulusal devletlerini kurmaları sonucu, kendi milletinden olmayanları, ana devlete gönderilmesi demek olan muhacirlik, bir anlamda ülke içi göçü ifade eder.
Yani Makedonya, Batı Trakya ve Kafkasya’dan gelen muhacirler ile Suriye ve Afgan sığınmacıların ne iç hukuk ne uluslararası anlaşmalar ne de kültürel birliktelik anlamında aralarında hiçbir ilişki hatta benzerlik bile yoktur.
İşte sorun da burada başlamaktadır.
Gelen sığınmacı sayısı gayri resmi rakamlarla 12 milyon, resmi rakamlarla 6.5 milyondur.
Yani sığınmacılar nüfusun yüzde 12-15’i gibi bir rakamı oluşturmaktadırlar. Bu oran çok yüksektir.
Aynı nüfusa sahip, bizden altı kat daha zengin olan Almanya, beş yıl içinde, teknik eleman, diplomalı teknokrat, tecrübe, dil vb. parametreler üzerinden, düzenli elemeyle 2,3 milyon kişi (yani toplam nüfusun yüzde 3’ü düzeyinde) alacağını ve bunun da tek bir devlet-millet ve etnik yapıdan olmayacağını belirterek almaktadır.
Bizde bu tamamen düzensiz, denetimsiz, sayısı ürkütücü, ekonomik ve demografik yapıyı tehdit eder düzeyde yapılmıştır.
Ne var ki, Türkiye’nin gerek ekonomik gerek siyasi gerekse kültürel şartları ve en önemlisi de demografik yapısı bu sayıda sığınmacıyı barındıracak, besleyecek ve zamanla kültürel birliktelik oluşturacak durumda değildir.
İkinci olarak, bu miktarda sığınmacı nüfus, iş yaşamını da oldukça olumsuz etkileyen bir duruma dönüşmüştür.
Şöyle ki;
Ülkemizde ümmetçiler “sığınmacılar olmasa sanayinin çökeceğini” savlarken, diğer bir bölüm iş insanı sanki “sığınmacıların ekmeğini vermek gibi ulvi bir yardım yaptığını” savlayarak, bu zavallı insanlara, insanca yaşayacakları bir ücret vermemeyi, asgari ücretin altında, sigortasız, iş güvencesiz çalıştırmayı maharet saymaktalar.
Hatta bu ahlaksız modeli, işsizlere karşı bir silah, bir tehdit olarak kullanmayı ve işsizlik korkusuyla yaşayan insanlara boyun eğdirmeyi amaçlamaktalar.
Üçüncü olarak, bazı güvenlikçi politika hayranları, sığınmacıları, özellikle Afgan ve Arap kesimleri, Kürtlere karşı bir dengeleme unsuru olarak gördüklerini savlamaktalar.
Özcesi;
Neresinden baksan elinde kalan, parça parça dökülen bir durumda sığınmacılar sorunu.
Türkiye; düzensiz, denetimsiz, ürkütücü sayılara ulaşmış, ekonomik ve demografik yapıyı tehdit eder düzeyde gelmiş olan bu miktardaki sığınmacıyı; barındıracak, besleyecek ve zamanla kültürel birliktelik oluşturacak durumda değildir.
Entegre olmuş ve olmaya aday belirli bir sayının dışındaki sığınmacıları, başta Suriye olmak üzere, uluslararası kuruluşlarla anlaşarak güvenli bir şekilde ülkelerine iadesi sağlanmalıdır.
23 Nisan 1920 Türkiyesi ve o tarihte kurulan Ankara Meclisi Türk siyasi hayatının ilginç bir noktasıdır.
Çünkü, tarih boyunca ilk kez, ülkeyi yöneten ve Anadolu’nun geleceğine karar veren “ikili iktidar” oluşmuştu.
Şöyle ki;
Bir yanda, işgal güçlerinin şu ya da bu şekilde etkisi altında olan Osmanlı Hükümeti, Hulusi Salih (2 Mart- 5 Nisan), ardından Damat Ferit (5 Nisan-18 Ekim hükümetleri)
Diğer yandan Anadolu’da örgütlenen Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’leri olmak üzere, 1920 Türkiyesi’nde fiili olarak oluşmuş ikili iktidar vardı.
1920’ler ülke açısından farklı bir dönemdi. Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı’ndan mağlup olarak çıkmış, işgal edilmiş ve Sevr gibi bir anlaşmayla parçalanma planları yapılmıştı.
Aslında 13 Kasım 1918’den itibaren yabancı güçlerin denetiminde olmasına rağmen, İstanbul’un resmi olarak işgal edilmesi 16 Mart 1920 tarihinde gerçekleşti.
İngilizler başta olmak üzere, ‘itilaf devletleri’ 15 Mart 1920’de sıkıyönetim ilan ederek, işgali resmi hale çevirmişlerdir.
Ardından işgale karşı olan 150 aydını tutuklamış, Osmanlı Devleti’nin yasama organı olan Meclis-i Mebusan’ı basıp kapatmış ve bir kısım milletvekilini de sürgüne gönderilmişti.
18 Mart’ta meclisin kalan üyeleri toplanıp çalışmalara ara verilmesini kararlaştırmış, Padişah Sultan Vahdettin, işgal güçlerine boyun eğerek 11 Nisan’da Meclis-i Mebusan’ı feshetmişti. Ve ülke meclissiz kalmıştı.
Bu şartlar altında Mustafa Kemal, 12 maddeden oluşan ve Heyet-i Temsiliye adıyla, kolordulara, vilayet ve sancaklara, meslek örgütlerine ve Meclisi Mebusan üyelerine bir çağrı yayınlayarak, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin 23 Nisan Cuma günü açılacağını bildirdi.
Meclisin oluşması için seçim yapma olanağı yoktu. Ülke işgal altında olduğundan, Meclis-i Mebusan’da milletvekilliği görevi yapan tüm üyeler meclisin doğal üyesi kabul edildi.
Ayrıca çeşitli kurumların temsilcileri de üye olarak çağrıldı. İstanbul hükümeti hariç olmak üzere, Anadolu ve Rumeli hem yerel yapı hem de etnik olarak temsil eden tüm yapılara temsil hakkı verildi.
Mustafa Kemal’in Ulusal Beyannamesi: “En sonunda, bugün İstanbul’u zorla işgal ederek Osmanlı Devleti’nin 700 yıllık hayat ve egemenliğine son verildi. Açıkçası, bugün Türk ulusu, uygarlık yeteneğini, yaşama ve bağımsızlık hakkını ve bütün geleceğini savunmaya çağrısıdır… Giriştiğimiz bağımsızlık ve vatan savaşında Cenabı Hakkın yardım ve kayırıcılığı bizimledir.”
Nitekim bu çağrı Anadolu tarafından algılandı, yanıtsız kalmadı.
23 Nisan 1920’de Ankara’da BMM’nin açılışı gerçekleşti.
Ankara Meclisi önüne ilk planda sistemi monarşiden cumhuriyete çevirme programını koymadı. Önce ülkenin işgalden kurtarılması, ulusal kurtuluş savaşının organize edilmesi gerekliydi. Meclis yasama yanında yürütme ve silahlı kuvvetleri de idare etme yetkisini aldı.
Bugün o meclisin açılışına atfen, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ilan edilmiştir.
Neredeyse dünyada tek olan Çocukların Bayramı.
Merakımı mucip şu soruyu sormadan edemiyorum; Ulusal Egemenlik ve bunun bir bayram olmasından bu ülkenin bir evladı nasıl rahatsız olur ve kutlamamak için neden sürekli fırsat kollar?
…
Ulusal Egemenliği kaybetmemek dileğiyle, bayramınızı kutlarım.
MERİ KEKLİĞİM
Bir Elde Çatal
Bir Elde Dehre Dalar,
Dikenlerin Kengerlerin Peşinde
Kaderimmiş Söğerim
Oy Meri Kekliğim Yeter Çektiğim
Dut Kurusu Süpürge Tohumu Yediğimiz
Ve Bir Godik Arpa İçin
Sivas Kapılarından Geri Çevrildiğimiz Günleri Defledik
Meri Kekliğim Yeter Çektiğim
Yol Parası Veremedim Diye
Şu Dağları Bana Açtırdılar
Şu Yolları Bana
Hacizlere Gitti Suna Gibi Keçim İneğim
Meri Kekliğim
Kore Dağlarında Tabakam Kaldı
Mapus Damlarında Özgürlüğüm
Hey Meri Kekliğim, Yeter Çektiğin.
Yazarın kitabın arka kapağında içeriğini açıkladığı, Enver GÖKÇE’in Kore için yazdığı Meri Kekliği şiiriyle başladım.
***
Bir ülke düşünün 1930 yılında emperyalist bir ülke tarafından işgal edilmiş, başına bir sömürge valisi atanmış, dilini bile kullanması yasak, açık bir sömürge.
Komşu ülke aynı emperyalist güç olan Japonya tarafından işgal edilmişken, sosyalistler bir kurtuluş savaşı başlatıp, emperyalistleri kovup, bağımsızlığını ve özgürlüğünü kazanmışlar daha birkaç yıl evvel.
Bu kurtuluş savaşı, ülke için bir kıvılcım, bir umut ve savaşabilme bilinci yaratmış ve o ülkede de sosyalistler, Kore İşçi Partisi lideri Kim İl Sung önderliğinde, anti emperyalist bir savaş başlatmış.
Ama Bağımsız Kore istemeyen başta ABD olmak üzere 2. Dünya Savaşı’nın yeni egemen emperyalistleri buraya müdahale edip, Coni’ler ve dünyadan topladıkları askerlerle yeniden işgal ediyordu, Kore’yi.
3 milyon kişinin öldüğü, milyonlarca insanın yaralandığı bu işgal girişimi sonrası ülkeyi ikiye bölmeyi başarmışlardı.
Tam bu aşamada bizden 8 bin kilometre uzakta olan bu ülkeye, küçük Amerika olma hayali taşıyan dönemin iktidar partisi Demokrat Parti sorgulamasız ABD’nin yanında savaşmak üzere 56 bin 536 asker göndermişti. Bu sayı, ABD’den sonra en fazla kara askeri gönderen ülke olmak demekti ve Kore’de yüzde 23’le en çok kayıp veren ülke olmak demekti.
***
Yukarıdaki bölümü neden anlattım?
Çünkü, dostum, mesai arkadaşım, basın dünyasının duayenlerinden Yüksel Baysal’ın “SABAHIN SESSİZLİĞİ ÜLKESİ” ismiyle ikinci kitabı yayınlandı.
Konusu, 25 Haziran 1950’de başlayan ve 27 Temmuz 1953’te biten, 3 milyon kişinin öldüğü, Kore yarım adasının kana bulandığı, Kore halkının tüm varlıklarının talan edildiği Kore Savaşı’nı anlatıyor.
Yazar Kore Savaşı’nı, Türkiye açısından ele alıp, o dönemdeki iktidarı, savaş karşıtlarını, dünya dengelerini ve Türkiye’nin asker göndermesini, dönemin siyasi ve etkili kişilerin tavır ve söylemleri üzerinden anlatmış.
Kitabın ikinci bölümünde bizzat Kore Savaşı’na katılmış olanların anıları ve eleştirilerini tanıklar üzerinden aktarmış.
Yazar son bölümde Kore Savaşı ve Türkiye’nin asker göndermesi konusunda kişisel yorum ve değerlendirmelerini yazmış.
***
Kitabı okuyunca, aslında özünü bildiğim ama ayrıntılarının birçoğunu bilmediğim çok şey öğrendim Kore Savaşı ve zamanın ruhu hakkında.
Bir de Wikipedia’da aynı İstanbul ve Bursa gibi bir kralın isminden geldiğini okusam da Kore’nin kelime anlamının “Sabahın Sezsizliği Ülkesi” olduğunubu kitaptan öğrendim.
Hem başarılar hem de teşekürler Yüksel Baysal… Konu dışında da yazım dili, anlatımı açısından güzel ve çabuk okunan bir çalışma olmuş, yenilerini bekliyoruz.
12 Mart Darbe Muhtırası’nın üzerinden 53 yıl geçti.
Unutuldu mu bilmem.
Ama ülkemizin tarihi açısından unutulmaması gereken bir dönemdir 12 Mart.
Çünkü ülkenin demokrasi alanındaki gerilemenin başlangıcıdır 12 Mart.
12 Mart’ta anayasada demokrasi aleyhine büyük değişiklikler yapılmış, 12 Eylül Anayasası’nın ve sonrasında gelen diktatoryal eğilimlerin ilk planlarının yapıldığı dönemdir 12 Mart.
Birkaç örnekle 1961 Anayasası’nda bulunan ve 12 Mart ile tırpanlanan demokrasiye ait temel hakları aktarayım.
61 Anayasası’nda;
1- Kuvvetler ayrılığı prensibi getirildi.
2- Hukuk devleti ilkesi benimsendi.
3- Tarafsız Cumhurbaşkanı ilkesi getirildi.
4- Sosyal Devlet anlayışı benimsendi.
5- Seçimlerin; serbest, eşit, gizli, tek dereceli ve nispi temsil sistemine göre yapılması benimsendi.
6- Çoğunlukçu demokrasi anlayışından çoğulcu demokrasi anlayışına geçildi.
7- Temel hak ve hürriyetlerle ilgili geniş düzenlemelere yer verildi.
8- Üniversitelere TRT’ye özerk statü tanındı.
9- Anayasa mahkemesi kuruldu
10- DPT (Devlet Planlama Teşkilatı) kuruldu.
11- Birçok kuruma, anayasaya aykırılık davası açma hakkı verdi.
***
12 Mart 1971 yılında ordu bir darbe yaparak muhtıra verdi.
Sıkıyönetim ve cunta uygulamaları başlatıldı.
Nihat Erim Başbakanlığında yeni bir hükümet kuruldu.
Bu hükümet ilk iş olarak, 61 Anayasası’nın getirdiği özgürlük ortamını ve toplumun yasal haklarını, devletin otoritesinin zayıfladığı teziyle, önemli sınırlandırmalar getirdi.
Birkaç maddeyle aktarayım.
1- Yürütme güçlendirildi.
2- Bakanlar kuruluna KHK (Kanun Hükmünde Kararname) çıkarma yetkisi verildi.
3– Temel haklarda sınırlamalar getirildi.
4– Yargısal denetimde sınırlamalar getirildi.
5– Anayasa mahkemesine iptal davası açma hakkına sahip taraflarda sınırlamalar getirildi. (Sadece Cumhurbaşkanı ve ana muhalefet parti ile sınırlandırıldı)
6- Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliklerini ancak şekil yönünden denetleyebilmesi hükmü getirildi.
7– Danıştay’ın görev alanı kısıtlandı.
8- Devlet Güvenlik Mahkemeleri adı altında özel mahkemeler kuruldu.
9– TRT’nin ve üniversitelerin özerkliği azaltıldı.
Görüldüğü gibi, demokrasiden geri gidişin, diktatörlük alt yapısının temelleri 12 Mart’ta atıldı. Ardından 12 Eylül’de kurumsallaştırıldı.
Bu yürütme ağırlıklı diktatoryal modelleme, ondan sonraki hükümetlerin de oldukça hoşuna gitti.
***
Unutuldu mu bilmem!
Bildiğim şey ise; asla unutulmaması gerektiğidir.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü, masa başında, erkeklerin kadınlara çiçek-böcek gibi hediyeler alması için üretilmiş günlerden değildir. Sosyal bir nedeni, tarihi, kimliği ve haklılığı olan gerçek bir sorundur.
8 Mart, kadınların hak arama ve erkelerle eşit olabilme mücadelesinin simgeleştiği tarihidir.
Bir direnişin gerçekleşme gününü ifade eder.
8 Mart 1857 yılında Amerika’nın New York kentinde tekstil sektöründe çalışan 40.000 kadının, düşük ücretlerini, uzun çalışma saatlerini ve insanlık dışı çalışma koşullarını protesto etmek amacıyla greve başlaması ve bu grevin kırılması için polis yaptığı baskın sonucu 129 kadın işçinin yanarak can verdiği bir tarihtir 8 Mart.
Yine kadın işçilerin, bu tarihten tam 51 yıl sonra 8 Mart’ta Manhattan de erkeklerle eşit ücret, çalışma saatinin 8 saate indirilmesi ve kreş hakkı için greve gittikleri tarihtir 8 Mart.
1910 Kopenhag Kongresi’nde, Clara Zetkin’in önerisiyle, Komintern 8 Mart’ı, Uluslararası Kadın Günü olarak kabul etmiş ve 1975 yılında BM de 8 Mart’ı “Dünya Kadınlar Günü” ilan etmiştir.
İnsanlık tarihi maalesef ırkı, dini, milliyeti ve cinsiyeti gibi kendi tercihine bile kalmayan nedenlerden dolayı katliamlar tarihidir aynı zamanda.
Sosyo ekonomik ve sosyo kültürel düzeyi ne olursa olsun, Kadınların Eşitlik ve Özgürlük talepleri erkeklere göre kat ve kat daha fazladır.
İnsanlığın yarısını oluşturan kadınların, insanlık tarihi boyunca yaşadığı ezilmeye karşı pozitif ayrımcılık gerektiren yasa ve uygulamaların çıkarılması gerekir.
Bu amaçla;
Siyasal ve ekonomik alanda, yüzde 50 kadın kotası gereklidir.
Kadınlara karşı işlenen suçlar en az yüzde 50 oranında arttırılmalıdır.
İşyerleri ve sosyal alanlarda kadınlara yönelik tacizlere verilen cezalar en az üç katına çıkarılmalıdır.
Sosyal güvenlik kurumlarına ödenen primler ve vergilerde kadınlara özel ve indirimli uygulamalar getirilmelidir.
Ne var ki kadınlar, kozmetik ve moda sektörünün beş yıldızlı otel salonlarında kendileri için hazırladığı tuzaklardan, (dinde olmamasına rağmen bazı odaklarca kendilerince bir dinsel model uydurup) kadınların insan olmaktan kaynaklanan haklarını günah olarak fetva veren hocalardan, fuhuş sektörünün yaldızlı reklamlarından habersizse, tüm kimlik ve hak arayışını erkekler üzerinden yapmayı uygun buluyorsa ve kendi hakları konusunda mücadele etmeyi, direnmeyi seçmiyorsa, daha çok uzun yıllar aynı şeyleri boş boş tekrar edeceğiz demektir.